Zeynep Hazan Güzeler
4 min readSep 1, 2019

GEÇMİŞİMİZDEN BİR MİRAS: KORKUNUN EVRİMİ


En temel duygularımızdan biri olan korku belirsiz durumlar karşısında olası bir tehdidin algılanması ile ortaya çıkan, olumsuz ve huzursuz edici bir his. Bu yaşamsal mekanizma vücutta duyulan bir ağrı veya dışsal bir tehdit sonucunda uyarıcı bir tepki olarak ortaya çıkar. Bizler için rahatsızlık verici bir şey olsada evrimsel olarak bakıldığında çok gerekli ve organizmayı koruyup hayatta tutmaya yönelik olan bir fonksiyondur.



Bugünkü insanlığın atası olan sapienslerin alt türü Homosapiensler oldukça tehlikeli bir çevrede yaşamlarını sürdürmüşler ve burada örümcek, yılan gibi birçok tehlikeli hayvanın saldırısına maruz kalmışlar. Henüz duyusal ve fiziksel olarak pek gelişmemiş olan bu türün önünde hayatta kalmak ve türün devamlılığını sağlayabilmek için iki seçenek vardı. Savaşmak yada kaçmak. Korkusuz olanların hayatta kalma ve genlerini sonraki kuşaklara aktarma ihtimali oldukça düşüktü dolayısıyla tetikleyici uyaranlar karşısında korkup gerekli tepkiyi göstererek hayatta kalanlardan gelenler bizlerin genetik izlerinde mevcut.

Evrimsel psikologlara göre insanlardaki yılan korkusu da buradan gelir. Bolca ağaç ve yeşilliğin bulunduğu bir ormanda olduğunuzu ve otların arasında ince, uzun, kıvrık bir nesnenin gözünüze iliştiğini hayal edin. Muhtemelen yılan diye irkilip ya onu etkisiz hale getirmeye yada oradan hızla güvenli sayılabilecek uzak bir yere kaçmaya çalışırdınız. Bu tepkiyi vermenize sebep olan Homosapienslere de atalarından miras kalan ve diğer memelilerdede (şempanzeler) görülen adrenalin hormonudur.

Aslında bırakın kaçma veya yılanı etkisiz hale getirme planı yapmayı, siz daha nesnenin yılan olduğunu adlandırmadan önce beyninizde çoktan bir takım aktiviteler meydana gelmiş oluyor bile. Beynin iç temporal lobunun derinliklerinde, limbik sistemin bir parçası olan, yaklaşık iki buçuk santim ebadında ve badem şeklindeki, duygusal hafıza ve tepkilerin oluşmasında etkin bir role sahip olan amigdala tehlike ve saldırıya maruz kalma olasılığı karşısında korku tepkisini vermeyi tetikleyerek Christophe Andre’nin yaptığı korku-alarm sistemi benzetmesinde olduğu gibi bir nevi biyolojik bir alarmı aktif hale getiriyor ve bu alarm tıpkı bir evin kilidinin zorlanması anında olduğu gibi tehlikeli durumlarda çevreyi uyandıracak kadar güçlü bir şekilde faaliyette olup yeteri kadar dikkat çekince devre dışı kalıyor. Bu durumda birbirini takip eden bir dizi biyolojik etkileşimler zinciri meydana geliyor. Kalp, akciğerler gibi hayati organları kontrol eden otonom sinir sistemi olabildiğince hızlı bir şekilde çalışıp vücutta adrenalin salgılanmasına sebep oluyor. Salgılanan

adrenalin nedeniyle kalp atışları hızlanıyor ve böylece kişi daha hızlı ve sık bir şekilde nefes alıp veriyor. Bu süre zarfında damarlarda hızlıca dolaşan kanda glikoz rezervleri kullanılmaya başlıyor ve kan akışı yoğun bir şekilde savaşma veya kaçma anında gerekli olan ayaklar, kollar gibi uzuvlarda bulunan kaslara hücum ediyor. Sonuç olarak siz, eğer gördüğünüz nesne yılan ise o anda size uygun olan eylemi gerçekleştirmeye hazır hale gelmiş bulunuyorsunuz.

Tabii ki burada biyolojik determinizmden bahsetmiyoruz, yani korkunun temelinde buraya kadar bahsettiğimiz biyolojik etkenlerin yanı sıra çevre, kültür gibi sosyal ögelerin de etkisi var. Örneğin kırsal arazilerde yaşayan ilkel kabilelerdeki insanlar o coğrafyanın şartlarına uygun olarak aslandan korkar ve kaçınır. Bu o kültüre ait bir korku iken, Avrupa ülkelerinde ise buna zıt bir şekilde insanlar aslanları daha yakından görebilmek için hayvanat bahçelerine ziyarete giderler. Hatta Osmanlıda Aslanlı paşa olarak anılan Gazi Hasan Paşa bir aslanı evcilleştirmiş ve sokakta bile tasmasıyla gezdirip hiç yanından ayırmazmış. Aynı şekilde 70’lerde Sovyetler Birliğinde yaşayan Berberov çifti yavru bir aslanı evcilleştirmeye çalışmış ve uzun bir süre birlikte yaşamışlar. Kısacası geçmişten günümüze tarihte bunun gibi birçok örneğe rastlamak mümkün.

Evrimsel mekanizmada çevre ve genler etkileşim halindedir. Dolayısıyla yalnızca tek bir taraftan bakarak evrimi anlamak mümkün değildir. Ama bir davranışın tüm kültürlerde olması bunun genetik yapının bir ürünü olduğu anlamına gelmez. Örneğin geçmişte anlatılan korkunç hikayeler veya korku filmi izlemek. Bunlar hemen hemen her kültürde vardır ama bu genetiğimizdeki bir yapının ürünü olması gerektiğini göstermez. Kişiler herhangi bir tehlike olmadığı halde korkar ve bundan haz alır.

Peki bu bilinçli korkma arzusu nereden kaynaklanır? Literatürde bununla ilgili Jeffrey Goldstein tarafından yapılmış bir araştırma var. ‘‘Why We Watch: The Attractions of violent Entertainment’’ (Neden izleriz: şiddet İçerikli Eğlencenin Çekiciliği). Yapılan araştırma, cinsiyet değişkeninin önemli bir etkiye sahip olduğunu ve korku filmini ısrarla sonuna kadar izleme eylemin kadınlara oranla daha çok erkeklere hitap ettiğini gösteriyor. Erkekler kadınlara oranla daha fazla kendini ispatlama çabasına giriyor ve filmi rahatsız edici korkutucu sahnelerde bile izleyip eğer tek başına iken izlediyse mutlaka ait olduğu grupların üyeleriyle bu deneyimini paylaşıyor. Bu da eğer evrimsel perspektiften bakacak olursak bizi tür içinde cinsiyet rollerinin oluşması mevzusuna götürüyor. Erkeklerin daha katı, atılgan, savaşçı, grubu koruyan taraf olması ve aynı zamanda da liderlik için grup içinde kendini ispatlamış ve kabul görmüş olması gerekiyor. Yani grup içinde varlığını ve konumunu koruması gerekiyor.





Özetlemek gerekirse, korku eğer klinik anlamda tanımladığımız gibi patolojik değilse yani aniden ve herhangi bir tehdit unsuru olmadığında ortaya çıkıp kişiye gereksiz yere rahatsızlık veren ve sağlığını olumsuz etkileyen panik atak, fobi gibi rahatsızlıklara dönüşmüyorsa, kişi çevreden gelen tehdit uyaranına karşı evrimsel adaptasyonun bir ürünü olarak korkup tepki veriyorsa bu doğaldır ve hayatta kalma içinde evrimsel psikolojiye göre gerekli bir duygudur. Kısacası atalarımızdan gelen mesaj şu: ‘ korkmaktan korkmayın, asıl korku yaratan her neyse ondan korkun tedbirinizi alın ve böylece genlerinizi geleceğe aktarın!’